17 Kasım 2009 Salı

Hvorfor skal du besøke Istanbul?

Er du interessert i historie? Vil du oppleve en by som aldri sover? God mat? God musikk? Du må kommme til Istanbul, som er Europas mest eksotiske by. Har du vært i en by som ligger i to verdensdeler? Har du hatt en tur mellom to kontinent? Hvis du ikke har besøkt Istanbul, er det umulig!
Ta en uke ferie fra jobben i mai eller juni, kjøp flybillet til Istanbul, pakk bagasjen og bli ferdig for en fantastisk ferie du aldri har hatt før. Hvis du fly til Istanbul i dag, vil du se en stor, skinnende by. Ta en pust og bare å se på det. Følg ditt hjerte.
Om morgen bør du ha en tyrkisk frokost med egg, tomat, agurk, svart olive, syltetøy, varmt brød og te. Hvis du sitter utenfor, kan du se mange mennesker som haster til jobb eller skole, men dette er ikke nok ennå, du kommer til å se mange mange mennesker i løpet av dagen. Hvis du går til Taksim i morgen, vil det være færre folk, då bør du nyte historiske Istiklal Street, høre musikk fra gaten musikere, oppdage de andre trange gatene, gå til enden av gaten. Ikke glem å kjøpe en opera billett for kvelden. Du vil se den gamle Galata Tower, som ble bygget av Genovese og gitt til Fatih Sultan Mehmet i 1453. Du bør fortsette ned til Karakoy og finne Galata Bridge. Stå der og se havet, skip, fiskere og de to sidene av byen en stund. Hvis du krysser brua, kan du se den nye moskeen og Grand Bazaar. Ikke nøl, gå inn og lær.
På ettermiddagen, er det for varmt å bli utenfor, så du kan bruke tid i Topkapi Palace. Her finner du hvordan sultanen bodde og lærer den store historien til det osmanske riket. Istanbul var en hovedstad til store imperier, som Roma og Bysantium. Se også Hagia Sofia, Den Blå Moske, Topkapipalasset, Den sunkne sisterne, Det arkeologiske museet, Museet for tyrkisk og islamsk kunst.
Du er sulten nå! Når du kommer til å se den blå moskeen, må du prøve Sultanahmet kjøttboller som er den mest delikate kjøttbollene, du har spist noen gang, og drikk ”ayran”, som er av yoghurt og vann. Etter dette hyggelige lunsj, kan du prøve "nargile" hvis du er interessert i røyking. Kanskje er du trøtt. Hvorfor skal du ikke prøve et tyrkisk bad, hamam? I Cemberlitas eller Suleyman som er de mest populære, kan du nyte varmt vann med massasje. Du bør besøke de helligste moskeene i Istanbul i Eyup, og klatre opp til Pierre Loti hvis du har lyst på en kop gammel ottomansk kaffe.
Istanbul er mye vakrere med sjøen. Du må ta en båttur langs attraktive Bosphorus. Sett deg båten å dra til den asiatiske siden av Istanbul. Du vil finne grønnere, mindre og mindre overfylte byer. Se på Kanlica som er berømt for yoghurt, Cengelkoy som er berømt for agurk og gamle trehus. I Erenkoy kan du finne en hage hvor du kan drikke te og slappe av.
Det er veldig spesielt å spise fisk på en restaurant ved Bosporos. Glem vin eller øl! Det du må drikke er ”rakı”. Det er som ouzo, som er gresk. Så kan du nyte det vakkre synet av Istanbul, som ligger på 7 høyder med lys og med en god middag.
Ta bilder så mye som du kan, og fortap ditt hjerte i denne byen som meg. Bilder er fra mitt kamera, forresten 

Kadın Olmak ile Norveç’te Kadın Olmak Arasında Fark Var mıdır?

Trondheim’a geleli dört aydan biraz fazla oldu. Buraya gelmeye karar vermemin elbette ki birçok cevabı var, ama hazır cevapları bulmak için değil, cevabı verilmemiş olan bir soruyu sormak için bu kararı aldım: Bütün hayatı boyunca İstanbul’da ailesiyle yaşamış, 24 yaşındaki bir kadın hiç bilmediği bir ülkede tek başına neler yapabilir, neler öğrenebilir, neler yaşar? Ezilmişlik, adaletsizlik öyküsü değil benimkisi. Bu yaşımda evli değilim, çocuğum yok, Türkiye’de yüksek eğitim görmüş kadınların, azınlık denebilecek bir grubun içinden çıkıp, yurt dışına doktora yapmaya giden kadınların, yani daha da azınlık bir grubun içinde buluyorum kendimi. Şanslıyım belki. Benimki de mutlu kadın hikayesi olsun o zaman.

Trondheim, yaklaşık 150 bin nüfusu olan, kasaba tadında bir şehir. Ancak, burada toplumsal yaşam, benim sandığım gibi, şehrin büyüklüğüne küçüklüğüne göre değişmiyormuş. Sosyal devletin her vatandaşa eşit eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hakkı sağladığı, bireyin değerinin öncelik olduğu ve yaşamın buna paralel devam ettiği bir ülke Norveç. İşin güzel tarafı, toplumsal yaşam kurallarında herkes gizli bir anlaşma yapmış sanki, herkes birbirine güveniyor, saygı gösteriyor, polis gözden-gönülden ırak. İşçi partisi iktidarda, kadınların parlamentoda temsiliyet oranı %50’ye yakın. Kadınlar her tür iş gücüne katılım sağlamış durumda, hatta şehir meydanında kadın işçileri temsil eden bir “tonton işçi teyze” heykeli var. Çocuk sahibi olacaksanız, burası en doğru yer: Çocuk 18 yaşına gelinceye kadar devlet para yardımı yapıyor, doğum öncesi ve sonrası için hem anneye hem babaya bir seneye yakın ücretli izin hakkı tanıyor. Ayrıca evli olmak zorunda değilsiniz, çünkü çocuk annesinin soy ismini alıyor. Buradaki çiftler çocuk sahibi olduktan sonra ilişkilerini resmiyete döküyorlar, ama evlilik pek de önemli ve hatta yaygın değil.

Böyle bir ortamda kadın olmak sizce nasıldır? Kadın sorunlarının bu koşullarda çözüm bulması elbette çok kolay görünüyor. Ancak belirtmeliyim ki, bu ortamda bile kadın sorununa duyarlılık örgütlenmedikçe yaralar kendiliğinden sarılmıyor. Burada bunun mücadelesi verilmiş, hala veriliyor ve kazanımların devamlılığı için bir çaba söz konusu. Bu konuda bizim bölüm buna iyi bir örnek. Bölüm başkanı bir erkek, ancak yönetime geldiğinden beri kadınlara pozitif ayrımcılık sağlayarak kadın öğretim görevlisi sayısını artırmış. Göreve yeni başlayan bu hocalardan biri kadın sorununa oldukça duyarlı. “Bizim için hala birtakım zorluklar var, haklarımızın peşinde olmamız gerekiyor, biz dikkatli olmazsak kaybetmek çok kolay, diyor. Örneğin, kendi ilan ettiği bir araştırma projesine başvuranlardan birisi, kendisine “Mr. ...” şeklinde hitap ederek yazışmış. “Madem ismimin cinsiyeti konusunda bilgisi yok, neden cinsiyetsiz bir hitap şekli kullanmıyor, nasıl bu konuda duyarsız olabilir, ben nasıl böyle bir öğrenciyle çalışabilirim ki?”, diye soruyor. Bu durum onda, danışmanlığına saygı göstermeyecek, hatta belki de onu dinlemeyecek bir kişiyle karşı karşıya gelme korkusu uyandırmış ve o öğrencinin başvurusunu değerlendirmeye almamış. “Kadın olarak karar alma yetkim vardı ve bu şekilde kullanmak zorunda kaldım, üzgünüm, ama böyle yapmam gerekiyordu.”, diyor. Aynı hoca, akademisyen kadınlar dayanışması türünden üniversitedeki bir programda gönüllü olarak görev almış. Program şöyle: kadın doktora öğrencileri, bu programa dahil kadın öğretim görevlilerinden birini danışman hoca olarak- kendi proje danışmanı dışında- seçiyor ve bunlar biraraya gelip kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarını tartışabiliyor, bu konuda seminerlere katılıyorlar. Üniversitede durum olabildiğince örgütlü; ama işyerlerinde eşit işe eşit olmayan ücret, belli bir pozisyon için erkeğin tercih edilmesi ya da özel alanda toplumsal rollerin eşit paylaşılmaması gibi problemler olabiliyor. Bu konuda ise mücadele devam ediyor. Yine de, siz ne düşünürdünüz bilmiyorum; ama geçenlerde evimize tamirat için gelen kadın işçiyi, geç mesai saatlerinde dahi kamusal ulaşım sağlayan otobüslerde kadın şoförleri görmek dikkatimi çekiyor, hatta hoşuma gidiyor doğrusu.

Benim için asıl büyük mutluluk ise, geceleri ıssız sokaklarda bile korkusuzca yürüyebilmek. Korkusuzca diyorum ya, bazen korkacağım tutuyor alışkanlıktan. Mesela tek başıma durakta son otobüsü beklerken bir araba önümden geçiyor ve o araba durağa yaklaşıp önümde duracak diye kalbim güm güm atıyor. Sonra bakıyorum ki, araba geçip gidiyor, korkacak bir şey yok, gerçekten güvendeyim.

8 Mart kutlamaları için feminist bir grubun etkinlik programı bütün üniversite personeline postalanmıştı. Etkinlikler Norveççe olduğu için katılamadım. Ben de Trondheim Uluslararası Film Festivali’nde kadın kahramanları olan ve kadın sorunlarını işleyen filmler izledim, festivale davetli kadın yönetmenlerin söyleşilerine katılma fırsatı buldum. Festivalin sonunda ise dereceye giren filmlere verilen ödüllerin dışında, ayrıca “En İyi Kadın Filmi” ödülü verildi. Festivaldeki önemli sayıda savaş karşıtı filmler de vardı. Bir dahaki mektubumda beni etkileyen filmlerden bahsetmek isterim.

Bundan 30-40 yıl önce Norveç’te kadınların durumu böyle değilmiş, ama zamanla değişmiş ve bu duruma gelmiş. Bu bana umudu ve mücadelenin önemini tekrar tekrar hatırlatıyor. Toplumsal mücadele olmadan, demokrasi ve insan hakları kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Peki değişimin hızı neden dünyanın farklı yerlerinde farklı oluyor? Neden bazı ülkelerde değişim insanları korkutuyor? Örneğin, kadın ve erkeğin eşit olmadığı ülkelerden buraya göç eden insanlarda travma meydana geliyor mudur, –özellikle erkeklerde- çok merak ediyorum. Yoksa değişime direnç katsayısı, o ülkenin topraklarında mı yeşertiliyor?

Bu sorulara kendimce bulduğum cevapları, yeni gözlemlerimi ve deneyimlerimi yazdıkça paylaşmak üzere.

Herkesi özlemle selamlarım.

Esma Şenel
15 Mar. 09
3.20
Trondheim
Norveç